Category Archives: Belkıs Gökbulut

Bilim İnsanları Küresel Isınma İle İlgili Görüş Birliği İçinde mi? / Belkıs Gökbulut

Bilimde herhangi bir konuda fikir birliği olması oy çokluğu ya da ikna ile değil, kanıtlarla gerçekleşir. Var olan bir görüşün çürütülmesi için ancak yeni bilimsel bir kanıt gerekir. Dolayısıyla doğruluğu konusunda yeterince delil bulunan bilimsel bir konuda bilim insanlarının hemfikir olmaması esasında söz konusu değildir.

Peki, bir konuda yeterince delil oluşabilmesi için bilimsel süreç nasıl işler? Bilim insanları öncelikle evrende var olan bir fenomen üzerine doğruluğu kesin olmayan görüşlerini sunarlar. Bunlar üzerine hipotezler inşa edip, deneylerle defalarca tekrarlarlar. Bu hipotezler deneyler sonucu ayakta kalmayı başarırsa geçerli bir kanıt oluşmuş demektir. Kendi içinde bütünlük sağlayamayanlar ise bu aşamada zaten çökerler.

Küresel ısınma ile ilgili ortak bir görüş oluşana kadar yapılan çalışmalar tek tek bu aşamalardan geçti. Bilim insanları çeşitli bilimsel tekniklerle geçmişte iklimin nasıl değiştiğini anlamaya çalışıp, dünyadaki anormal gidişatı açıklayabilmek için tezler ortaya koydu. Mevcut ısınmanın geçmişte dünyanın doğal döngüsü içinde binlerce hatta milyonlarca yılda oluştuğunu fark eden bilim insanları, bu gidişatı ancak atmosfere aşırı miktarda salınan sera gazları ile açıklayabildi.

Bu teori oluşurken genel olarak bilim dünyasında bir ayrılık oluşmadı. İklim biliminin temelleri bu konuya çok yakın çalışmalar yapan fizikçiler, matematikçiler, kimyacılar, astronomlar, atmosfer bilimciler, moleküler biyologlar ve  mühendisler gibi pek çok bilim insanı ile birlikte oluşturuldu. Dolayısıyla bu ortak görüşü bilim dünyasının tamamına yakını kabul etti.

Bu noktada hemen aklımıza şu soru gelebilir; yeterince bilimsel kanıt varsa neden tamamı değil? İklim alanında çalışan iki grup bilimci vardır: Bunlardan büyük çoğunluğu olan birinci grup ciddi ve saygın bilim çevrelerini oluşturur, çalışmalarını üniversitelerden ve devletten destek alarak sürdürürler. Bu bilimcilerin tümü iklim değişikliğinin insan kaynaklı sera gazlarının atmosfere salımından meydana geldiğini kabul eder. Azınlık olan diğer grup ise çalışmaları için petrol ve kömür şirketleri gibi özel sektör kuruluşlarından destek alır ve  iklim değişikliğinin başka sebepleri olduğu konusunda insanları ikna etmeye çalışır. Yani burada ayrılığa düşen bilimsel kanıtların farklılığı değil, sayıları çok az da olsa bir grup bilim insanının bilime değil özel sektör kuruluşları ve  kendi çıkarlarına hizmet etmesidir.

Yukarıdakilere ek olarak zaman zaman gazetelerde küresel ısınmanın durduğuna dair haberler okumuşsunuzdur. Bilimsel hiçbir dayanağı olmayan bu haberlerin tek sebebi okuyucu kitlesinin ilgisini çekmek ve akıllarını bulandırmaktır.  Bu noktada bizim de okuyucular olarak gözümüzü açık tutup bu haberlerin bilimsel bir kanıtı var mı, yoksa bu haberden  kim çıkar sağlar? diye düşünmemiz gerekir. Dikkatle baktığımızda bu haberleri yapan gazetelerin petrol ve otomotiv şirketlerinden reklam alan gazeteler olduğunu hemen fark edeceksiniz.

Sonuç olarak; bilim akla ve mantığa hizmet ederek var olan tüm gerçekleri gün yüzüne çıkarmak içindir. Bilim insanlarının çok büyük çoğunluğu da bu doğrultuda akılcı tezler ve deneyler üzerinde çalışarak, var olan bilimsel kanıtlarla görüşlerini beyan ederler. Çok küçük bir azınlığın çıkarlara hizmet etmesi bilimden hiçbir şey kaybettirmez. Çünkü yeterince delili olmayan hiçbir tez uzun süre ayakta kalamaz. Bu noktada topluma düşen pay; bilimsel olarak kanıtlanmamış hiçbir görüşe inanmayıp, dünyada bilim çevreleri ile ortak yapılan çalışmalara, resmi bilimsel kuruluşların konu ile ilgili ulaştıkları sonuçlara itimat etmektirKüresel ısınma ile ilgili kabul edilmiş ortak görüş Birleşmiş Milletler tarafından kurulan Hükümetler arası İklim değişikliği Panel (IPCC)’inde mevcut durumun tek sorumlusunun insan faaliyetleri sonucu atmosfere yayılan sera gazları olduğu açıkça beyan edilmiştir.

Sıcaklık Kayıtlarına Neden Güvenmeliyiz? / Belkıs Gökbulut

Küresel ısınma deniz seviyelerinin yükselişi, buzulların ciddi oranlarda erimesi, okyanusların derinliklerindeki sıcaklık artışları gibi kesin delillerle kendini gösterirken,  buna inanmayan kişilerin ortaya attıkları argümanlardan biri “sıcaklık kayıtlarının güvenilir olmadığı” dır. Fakat bu iddianın arkasında durabilmek için sıcaklık ölçüm metotları ve sıcaklık ölçüm cihazları kayıtlarının yanlış olduğunu ispatlamaları gerekmektedir.

Söz konusu iddianın temelleri şuna dayanmaktadır; bazı meteoroloji istasyonları ısıyı çeken asfalt yollar, binalar, otoparklar tarafından çevrelenmiş durumda. Bu nedenle, şehir merkezlerindeki istasyonlar sıcaklığı daha yüksek ölçer diye düşünülüyor. Fakat bu konuda kesin konuşabilmek için sıcaklık kayıtlarının nasıl bir sistem içinde kaydedildiğinin ve ortalamalar alınırken nelere dikkat edildiğinin bilinmesi gerekiyor.

Öncelikle, meteoroloji istasyonları ve gemilerde bulunan binlerce termometre kanalıyla 150 yıldan beri küresel sıcaklık ölçümleri yapılmakta ve kayıtları tutulmaktadır. Bölgelerde kayıtlar alınırken yerel sıcaklık ve soğukluk etkileri göz önünde bulunduruluyor. Mesela binalara ve geniş asfaltlı yollara yakın yerlerde kurulan istasyonlarda bunların etkisinden dolayı oluşacak ekstra sıcaklık etkileri değerlendirilerek sonuçlar hesaplanıyor ve daha sonra bu sonuçlar kırsal alanlarda kurulmuş istasyonlardaki sonuçlar ile karşılaştırılıyor. Böylece oluşabilecek hata payı en aza indirgeniyor.

Daha da önemlisi sıcaklık gidişatını belirlemek için tek bir yerden çıkan sonuçlar değil, tüm istasyonlardaki tüm sonuçlar beraber ele alındığında yıldan yıla artıyor mu, azalıyor mu ya da sabit mi kalıyor, bu değerlendiriliyor. Küresel sıcaklık ölçümleri üç farklı araştırma merkezinden edinilmiş verilerin ortalaması alınarak hesaplanıyor. İlki; Amerika’da Amerika Birleşik Devletleri Uzay İdaresi (National Aeronautics and Space Administration-NASA) ile Ulusal Okyanus ve Atmosfer İdaresi (National Oceanic and Atmospheric Administration-NOAA). Diğeri ise İngiltere Meteoroloji Kurumu (Met Office) ve East Anglia’s Üniversitesi İklim Araştırma Birimi (University of Anglia’s Climatic Research Unit)’nin ortaklaşa iş birliği içinde kurduğu kuruluştur. Merkezlerin üçü de araştırmalarında benzer sonuçlara ulaşarak son yüzyılda yeryüzü sıcaklığının yaklaşık 0.7°C artış gösterdiğini tespit etmişlerdir.

Ayrıca bu soru ilk sorulduğunda değerlerde herhangi bir hata payı oluşuyor mu diye araştırma yapılmıştır. NASA’nın bu araştırma sonucu ortaya çıkardığı bulgularda; uygun çevresel koşullara sahip olmayan yerlerde kurulan hava istasyonlarında gözlenen değerlerin tüm ısınma gidişatına bakılarak önemli bir hata payı oluşturmadığı kaydedilmiştir.

NASA’nın çalışması sonucu oluşturduğu grafikte küresel ısınma gidişatı için önceki ve sonraki değerler karşılaştırılıyor. Hata payları keşfedilmeden önce ısınma gidişatı on yılda 0.185°C artarak ilerliyor, düzeltmeler yapıldıktan sonra da küresel ısınma yine her on yılda 0.185°C artarak devam ediyor. Yani hata payının oluşturduğu değişim 0.001 °C ‘den daha az. Aşağıdaki grafikte de sunulduğu gibi, uzun süreli gidişatları takip ettiğimizde hata paylarının önemsizleştiğini açıkça görebiliyoruz.

Sonuç olarak, küresel sıcaklık ölçüm kayıtları hakkında bilimsel olarak kesin kanıtları olmayan iddiaların ortaya atıldığı bir ortamda, son yapılan araştırma -grafikte de görüldüğü gibi-  gerçekleri göz önüne sermektedir. Üstelik iklim değişikliği ile ilgili yapılan çalışmalar sadece basit bir şekilde karada yapılan sıcaklık kayıtlarıyla da anlaşılmıyor. Tamamen bağımsız bir şekilde yapılan hava balonları, uydu ölçümleri, deniz ve okyanus sıcaklıkları kayıtları da istasyonlardan alınan verilerle tutarlılık gösteriyor. Yani farklı kaynaklardan elde edilen bilgilerin ışığında iklim biliminde kullanılan metotların güvenilirliği ve doğruluğu ispatlanıyor, böylece sıcaklık kayıt ölçümleri ile ilgili şüpheler ortadan kalkıyor.

Küresel ısınmanın sebebi güneş değil! / Belkıs Gökbulut

Küresel sıcaklığın sürekli artışı tüm dünyayı endişelendirirken, bilimsel verilerle gidişatı incelemek, gelecekte bizleri hangi tehlikelerin beklediğini belirlemek ve hükümetlere bu bağlamda öneriler sunmak adına Birleşmiş Milletler’e bağlı iki kuruluş, Dünya Meteoroloji Örgütü (WMO) ve Birleşmiş Milletler Çevre Programı (UNEP) 1988′de birlikte İklim Değişikliği Hükümetlerarası Paneli’ni (IPCC) kurdular.

Dünyadaki bilim insanlarının küresel ısınma ile ilgili ortak görüşü IPCC’nin 2007’de yayınlanan raporunda şu cümle ile açıkça ifade edildi: “Günümüzde yaşanmakta olan küresel iklim değişikliğinin sebebi çok yüksek ihtimalle insanların çeşitli işlemler sonucu çevreye yaydıkları sera gazlarıdır.”

Tarih boyunca yaşanmış iklim değişiklikleri tamamen doğal kaynaklıydı. Güneş aktiviteleri ile birlikte güneşin yaydığı enerjideki değişim, atmosferdeki gazların bileşimleri, kara, yanardağ patlamalarının yaydığı tozlar ve okyanuslardaki faaliyetler tamamıyla bir denge içindeydi. Bu denge içinde buzul çağları ve daha sıcak periyotlar yaşandı. Fakat insanoğlunun özellikle 1800’lü yıllardan sonra petrol, kömür gibi fosil yakıtları kullanmasıyla atmosferdeki karbondioksit oranı son 800.000 yıldaki en yüksek seviyeye ulaştı. Küresel ısınmada birincil etken olan karbondioksit; yeryüzünden yayılan ısının uzaya kaçmasını engelleyerek son yüz yılda 0,7 C° sıcaklık artışını da beraberinde getirdi.  Peki, tüm bu bilimsel gerçeklere rağmen küresel ısınmaya güneş aktivitelerinin neden olduğunu söyleyenlerin dayanağı ne?

Geçmişte yaşanan iklim değişikliklerinin oluşumundaki önemli faktörlerden biri güneş aktivitelerindeki değişimdi. Güneşin manyetik alanındaki değişimler güneş lekelerinin artması ya da azalmasına neden olur, bu da güneşin yaydığı enerji miktarını değiştirir. Güneş lekelerinin azaldığı dönemlerde dünya genellikle buzul çağlarına girmiş, arttığı dönemlerde ise daha sıcak periyotlar yaşamıştır. Fakat bu olgu günümüzdeki ısınmayı açıklamaya yetmiyor. Son otuz senedir dünyaya ulaşan enerji miktarı uydular aracılığıyla ölçülüyor. Bu ölçümler bize güneşten gelen enerjinin azaldığını, buna karşılık dünyanın ısınmaya devam ettiğini çünkü daha az enerji almasına rağmen atmosferdeki sera gazlarının artması nedeniyle ısının dünyada daha çok hapsolduğunu gösteriyor.

Şimdi size incelemenizi istediğim bir grafik sunuyorum. Bu grafikte, bilimsel verilerle gezegenimizdeki küresel sıcaklığın, atmosferdeki karbondioksit miktarının ve güneş lekelerinin yıllara göre değişimleri karşılaştırılıyor.

Grafikte görüldüğü gibi belli bir tarihe kadar sıcaklık ve güneş lekeleri birbiriyle ilişkili gibi ancak, 1960’lı yıllardan sonra bu ilişkiyi görememeye başlıyoruz. Özellikle 1980 yılından itibaren mavi renkte olan sera gazlarındaki artışın çok baskın olduğunu, bu nedenle güneş lekelerinde azalma olmasına rağmen sıcaklığın artmaya devam ettiğini açıkça görebiliyoruz.

Yukarıdakilere ek olarak, atmosfere her gün milyarlarca ton karbondioksit saldığımızı ve güneş aktivitelerinin normal döngüsü içinde yeniden artmaya başlayacağını göz önünde bulundurduğumuzda bu artışın katlanarak devam edeceğini unutmamamız gerekir.

Bilimin açıkça kabul ettiği gerçeğe rağmen, kişisel çıkarlarını insanlığın varlığından üstün tutanlar rahatını bozmamak adına küresel ısınma ve ardından gelen felaketlerin nedenini güneşe bağlamaktan hiç çekinmiyor. Bu ve benzeri argümanlarla suçu doğaya atan insanoğlu elini taşın altına koymaktan kaçıyor. Hükümetler de siyasi menfaatlerini üstün görerek küresel ısınma gerçeğini arka plana atıyor ve sera gazı salımını azaltmaktan, enerji verimliliği politikaları uygulamaktan uzak duruyor. Fakat bilim, insanlığın şu gerçekle yüzleşmediği takdirde kendi sonunu hazırladığını gözler önüne seriyor; küresel ısınmanın sebebi biziz!

 

İklim geçmişte de değişiyordu ama… / Belkıs Gökbulut

İklim değişikliği 21. yüzyılda insanoğlunun yüz yüze geldiği en büyük sorunların başında gelmektedir. Doğal ekosistemin ve insan neslinin devamlılığının sağlanmasında ciddi sosyal ve ekonomik sonuçlara yol açabilecek bir tehdit olarak değerlendirilmektedir. Özellikle son yıllarda uluslararası gündemin üst sıralarında yer almayı başarmıştır. Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli ( IPCC)’nin değerlendirme raporlarına göre, küresel ısınma tartışmasız bir gerçektir.

İklim değişikliğini anlayabilmemiz için öncelikle “iklimin” ne olduğunu bilmemiz gerekiyor. Yeryüzünün herhangi bir yerinde günden güne, mevsimden mevsime, yıldan yıla uzun zaman dilimleri içinde gözlemlenen tüm hava koşullarının ortalamasına iklim diyebiliriz. Dünya üzerinde hayatın milyonlarca yıldır var olması dünya ikliminin kendi içinde doğal bir dengesi olduğunun kanıtıdır.

Peki, bu denge nasıl korunur? Gezegenimiz enerji dengesizliğinden sıkıntı çektiğinde ısı alarak veya vererek bunu dengeler ve bunun sonucunda küresel sıcaklık değişir. Temelde dünya iklimi için iki kararlı durum vardır; bunlardan biri dünyanın tamamen buzlarla kaplanması, diğeri ise dünyadaki tüm suyun buharlaşmasıdır. Fakat dünyayı bu iki kararlı duruma gitmekten alıkoyan atmosferdeki gazların, okyanusun, karanın ve dünyaya ulaşan güneş ışınım miktarındaki değişimin birbiriyle etkileşiminden oluşan doğal bir döngü vardır. Bu sistemi etkileyen faktörlerden biri atmosferdeki gazlar olduğuna göre insanoğlunun sera gazlarını hızlı bir şekilde artırmasıyla birlikte, küresel atmosfer bileşimleri bozulmuş ve küresel iklimde köklü değişimler yaşanmıştır.

Özellikle sanayi devrimi sonrasında fosil yakıtların kullanılması, ormanların yok edilmesi ve sanayi faaliyetleri gibi insan etkinlikleri ile birlikte atmosfere salınan sera gazlarının artmasıyla yerkürenin yüzey sıcaklığında daha önce görülmemiş bir hızda artış yaşanmaktadır. Karbondioksitin küresel ısınmada % 64 paya sahip olduğunu göz önünde bulundurursak, şu an atmosferdeki karbondioksit oranı, son 800.000 yıldaki en yüksek seviyeye ulaşmıştır.
Karbondioksit oranı dünyanın normal döngüsü içinde en düşük 180 ppm, sıcak dönemlerde ise en fazla 300 ppm’ye ulaşmıştır. Son yüzyılda ise bu oran hızlıca artarak 393 ppm’ye ulaşmıştır. 110 ppm’lik artış geçmişte bir buzul çağın sonunda ancak 5.000 yılda gerçekleşebiliyordu.

Karbondioksit oranındaki hızlı yükselme sonucunda son yüz yılda yaklaşık 0.7 santigrat derece kadar küresel bir artış yaşanmıştır. Geçmişte sıcaklığın 10.000 yılda 1.5 santigrat dereceden fazla değişmediğini göz önünde bulundurduğumuzda 0.7 santigrat derece oldukça çarpıcı bir değerdir. Bu sıcaklık artışıyla beraber buzullar erimiş ve deniz seviyesinde 15-20 cm yükselme meydana gelmiştir. Sadece Arktik deniz buzları son 20-30 yılda yaklaşık %40 oranında incelmiştir. Doğanın doğal dengesinin bozulmasıyla beraber geçtiğimiz aylarda ABD’ yi etkisi altına alan Sandy kasırgası gibi doğa olaylarının sıklığı ve şiddeti artmış, dünyanın çeşitli yerlerinde salgın hastalıklar görülmeye başlamıştır.

Dünyanın binlerce hatta milyonlarca yılda yaşadığı sıcaklık değişimleri artık 10 yıl, 20 yıl mertebesinde gerçekleşmektedir. 1800’lü yıllardan bugüne karbondioksit miktarı ve sıcaklık doğanın kabul edebileceğinden 1000 kat hızlı artmaktadır. Sanayileşme ve enerji politikaları kontrol altına alınmadığı takdirde bu artış hızlanarak devam edecektir. Yapılan çalışmalar dünyanın 2 santigrat derece eşiğinin üzerinde bir artışa maruz kalmasıyla birlikte dünya ekonomisinde ve insani kalkınmada geri dönüşü olmayan bir gerilemenin başlayacağını, bu hızlı değişimlere uyum sağlayamayan birçok bitki ve hayvan türünün yok olacağını, dünyanın bazı bölgelerinin sular altında kalacağını göstermektedir. Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre sıtma ve yetersiz beslenme gibi sebeplerle milyonlarca kişi ölümle karşı karşıya kalacak ve insanlık yarattığı tehlike ile yok olmanın eşiğine gelecektir.

Dünya sellerle boğuşuyor, Neden mi? / Belkıs Gökbulut

Hindistan’da beklenmedik yağışlar nedeniyle en az 575 kişi hayatını kaybetti. İklim literatüründe günde 150 mm den fazla yağış oluştuğunda bu artık “aşırı yağış” olarak adlandırılmaya başlar. Hindistan’ın Kuzeybatısında günde 360 mm’ye ulaşan rekor yağışlar oluştu. Ulusal Atmosferik Araştırma Laboratuvarının yaptığı bir çalışma 1951-2004 yılları arasında Hindistan’da yağış miktarının her on yılda %14,5 arttığını gösteriyor, aynı süre içinde Hint Okyanusu’nun yüzey sıcaklığına baktığımızda da sürekli bir artış trendi görüyoruz.

images

Buzulların erimesi ve artan deniz seviyesiyle birlikte nehirlerin taşması artık daha sık görülüyor . Bu ay Tuna ve Elbe nehirlerinin rekor yüksekliklere çıkmasıyla binlerce Avrupalı da sellere maruz kaldı. Almanya, Çek Cumhuriyeti, Avusturya, Slovakya ve Macaristan’da ciddi kayıplar yaşandı. Onlarca kişi hayatını kaybetti ve binlercesi yaşadıkları bölgeleri terk etmek zorunda kaldı. Avrupa Çevre Dairesi, iklim değişikliğinin etkisi ile birlikte Avrupa’da yaşanacak sellerin daha çok artacağı konusunda uyarıda bulundu. Kanada’ da yaşanan sellerden dolayı can kayıpları yaşandı, 75 binden fazla kişi tahliye edildi. Pek çok eyalette olağan üstü hal ilan edildi. Alberta Eyaleti’ndeki Calgary şehrinin belediye başkanı, Bow Nehrinin akış hızının ve yüksekliğinin şu ana kadar bu seviyelerde görülmediğini vurguladı.

Peki küresel iklim değişikliği ve artan yağışlar arasındaki ilişki ne? 20. ve 21. yüzyıldaki yağış yoğunluğundaki artış ve sıcaklık artışına beraber baktığımızda; sıcaklığın her 1°C artışında yağış miktarının da ortalama olarak %5.9 ila %7.7 arasında arttığını görüyoruz. Bunun sebebi ise; atmosferdeki su buharı tutma kapasitesinin her 1 derecede %7 artmasıdır. Ancak, bu değişimler dünyanın farklı bölgelerinin kendine has iklim karakteristiklerinden dolayı farklı oluşur. Örneğin, yağış miktarındaki en fazla artış tropikal kuşakta oluşurken; en küçük değişim, çöllerin bulunduğu kurak orta enlemlerde meydana geliyor. Kuzey kutup dairesi gibi yüksek enlemlerde ise değişimler ortalama civarında oluşuyor. Bu nedenle Dünya’nın bazı bölgelerinde kuraklıklar artarken, diğer bölgelerinde seller yaşanabiliyor.

Sera gazı salımlarına mevcut şekilde devam ettiğimizde içinde bulunduğumuz yüzyılın sonlarına doğru küresel sıcaklığın 3-5°C artış göstereceği bilimin kabul ettiği bir gerçek artık. Bu da bize yağış miktarında ortalama %35 artış olarak geri dönecektir. Şu anki kapasitemizle dünyanın farklı pek çok bölgesinde oluşan sellerden dolayı yüzlerce insanın yok olduğunu, çevresel zararın geri dönülmez boyutlarda olduğunu göz önünde bulundurduğumuzda çok daha büyük çapta zararları nasıl karşılayabileceğimizi ve milyonlarca insanın yok oluşunu nasıl önleyebileceğimizi düşünmeliyiz artık.

Buzulların erimesi ve deniz seviyesinin yükselmesinin yanı sıra dünyanın her yerinde sürekli olarak ormanların yok edilmesi, kentleşmenin artmasını da artan sellerin sebepleri olarak düşünebiliriz. Dünyanın çeşitli bölgelerinde artan yağışların tümünü iklim değişikliğine atfedemeyiz. Ancak ekstrem olayların artış trendi ve şiddeti bizi bir şeyleri yanlış yaptığımız ve gelecekte daha büyük iklim felaketleri yaşayabileceğimiz konusunda uyarıyor. Bilim çevreleri ve çeşitli kuruluşlar artacak iklim felaketlerine tedbirler alınması konusunda sürekli olarak çağrıda bulunuyor. Stockholm Çevre Enstitüsü Avrupa’da sel riskinin azaltılması için çeşitli stratejiler belirlenmesi ve risk haritalandırması yapılması gerektiğini bildirdi. Deniz seviyesinin altında bulunan ülkelerde panik içinde adaptasyon çalışmaları yapılıyor. İçinde bulunduğumuz yüzyılın sonlarına doğru dünyanın bir kısmının sular altında kalma tehlikesine karşı göç stratejileri belirleniyor.

Yaşanan seller iklim değişikliğinin sebep olduğu felaketlerin her geçen gün başka bir boyut kazandığının habercisiydi. İklim değişikliğini artık geleceğin sorunu olarak göremeyiz, şu anda var ve Dünya’nın her yerinde farklı felaketlerle kendini gösteriyor. Mevcut durumda alınmayan tedbirler gelecekte telafisi olmayan kayıplar olarak bize geri dönecektir. Ne kadar çabuk önlemler almaya başlarsak, insanlık ve gezegenimiz o kadar az zarar görecektir..